Ahlakın temel ölçütü dindarlık mı

Ahlakın temel ölçütü dindarlık mı
18-12-2022

Köyümüzde “Hocalar” olarak bilinen bir sülaleden gelen babam, aileden aldığı dinsel bilgisi ve inancı ile Atatürkçü Cumhuriyetçi kişiliğini birleştirip özümlemiş bir insandı.

Çocukluk yıllarımdan anımsıyorum, günlük işlerin iyice azaldığı ve zamanın bol olduğu kış günlerinde, tek odalı evimizin kendine ait köşesine yerleşir ve ortada yanan sobamız bütün evi ısıtırken köşesinde bulundurduğu tek ama çok önemli kitabını okurdu.

Bizlere İslam tarihinden ve hayattan çok öğretici hikayeler ve kıssalar anlattığı Osmanlıca yazılı bu kitabın adı sanırım “Muhammediye” idi. Bizlere bir şeyler öğretmenin büyük mutluluğu ve heyecanıyla okuduğu hikaye ve dersleri anlayacağımız dilde yorumlayarak aktarırdı. Anlattığı kıssalardan biri vardı ki, insani vicdanla ilgiliydi ve hayatım boyunca aklımdan hiç çıkmadı.

Diyebilirim ki, benim ahlakı sorunlara bakışımı büyük ölçüde etkiledi.

Hikaye şöyleydi: Bir çok insan öldürmüş namlı bir eşkiya vardır. Bu adam, bir Ağustos sıcağında suyu kıt çölümsü bir ovada uzun bir yolculuk yapmak zorunda kalır. Saatler süren yolculuktan sonra uzaktan derin bir acıyı, çaresizliği yansıtan bir köpek inlemesi duyar. Köpek bir kuyunun başındadır ve susuzluktan kıvranmaktadır. Kendisi de susuzluktan kavrulan eşkiya kuyuya yanaşır, kovayı sallar ve ilk suyu köpeğe içirir; o iyice suya doyduktan sonra kendisi içer... Öykünün kıssası, çıkarılan ders çok çarpıcı ve öğreticidir: Eşkiya, insan öldürmekten kaynaklanan bütün cehennemlik günahlarına rağmen bu davranışından dolayı cennetliktir... Tek bir nedeni vardır bunun: İnsandaki vicdan, acıma duygusu...

12 yaşımdan sonraki 65 yıllık yaşamımda bu ders, bilincinde olayım veya olmayayım, aklımla yüreğim arasındaki o ipince köprüdeki yolumu hep aydınlatan bir fener oldu. Daha sonra okuduğum iki kitap ise, başlarda tam tarif edemediğim ruhsal dünyamı bilince çıkarmama yardımcı oldu, besledi, güçlendirdi.

Brezilyalı yazar George Amado'nun “Teresa Batista” ve Suat Derviş'in “Karakolda Ayna Var” romanlarıdır bunlar. Amado'nun kahramanı Teresa ve Suat Derviş'in kahramanı Cevriye... İkisi de yaşamın acımasız çarkında fahişelik yapmak zorunda kalırlar; ama yürekleri bütün saflığıyla tertemizdir, vicdanları pırıl pırıl, insanlık ve iyilik dolu kadınlardır bunlar.

Dış görünüşleri, toplumdaki egemen ideoloji ve geleneksel önyargılarla oluşan, yalan, hile, düzenbazlık ve zorbalıklarla şekillenen kimlikleri (“vesika”ları) fahişedir. Ama içlerindeki karakter ve kişilik, değme koyu dindar ahlak bekçilerine, şeyhlere, şıhlara, papazlara taş çıkartacak nitelikte ve soyludur. Haksızlığa karşı ölümüne yiğit, korkusuz, sözünün eri, vicdanlı, namuslu, dürüst karakterler...

Aynı insanın taşımak zorunda kaldığı fahişe bir dış kimlik ile soylu bir karakter arasındaki, yani görünüş ile gerçek, zahir ile batın arasındaki bu derin uçurum ya da karşıtlığın nedeni, kayağı nedir?

Etiğin, ahlak felsefesinin konusu olan bu sorunun çözümü, uzun felsefi, tarihsel, toplumsal tartışmaları gerektiriyor. Sadece şunu söyleyebiliriz ana hatlarıyla: İnsan kişiliğindeki bütün bu derin bölünmenin temel kaynağı, toplumların uzlaşmaz sınıflara bölünmüş olmasıdır.

Yani sınıflı toplumların ideolojisi ve kültürüdür. Bir avuç üretmeyen, asalak, zorba ve sınırsız kâr için her türlü insanlık dışı baskı, zulüm, hile ve yalana başvurabilen bir azınlık büyük servetlerin üstüne yatarken, üreten büyük çoğunluğun yoksulluk ve sefalete mahkum olmasıdır bu tablonun arasındaki çok derin ve karmaşık insanlık dramı.

Bu tablonun özeti şudur: Servet sahibi asalak, baskıcı egemen sınıf görünüşte ahlaklı, hatta ahlakı da parayla satın alabilmekte, ama özde, gerçekte vicdansız, ahlaksız ve şeytan. Türlü hile, düzenbazlık ve şeytanlıklarla her türlü sefalete mahkum edilen ezilenler ise görünüşte ahlakdışı, suçlu, günahkar, ama özde, gerçekte vicdanlı, namuslu, dürüst, melek.

AHLAKA UYGUN DEĞİL

Geçtiğimiz günlerde konser ve tiyatro ağırlıklı bir çok sanat etkinliği valiliklerce yasaklandı. Yasaklamaların temel gerekçesi “ahlaka uygun değil” biçimindeydi. “Kamu güvenliği”, “kamu huzuru” gibi değişik “resmi” gerekçelerin arkasında yatan asıl neden de, sözde İslami, gerçekte İhvancı, tarikatçı ideolojinin ahlakçı anlayışıydı.

Peki bu anlayış, gerek İslam felsefesi, gerekse insan merkezli ve bilim temelli çağdaş ahlaki değerler açısından ne kadar hakikati, doğruyu yansıtıyor ve ne kadar insanidir? Başlıktaki soruyu değişik biçimlerde sorabiliriz. Ahlaklı olmanın temel ölçütü, din ve “dindar” olmak mı, yoksa dinin de yol gösterici işleve sahip olduğu insanlar arası ilişkiler, yani bireyin toplumsal yaşamdaki tutum ve davranışları mı? Daha somut ifadeyle, “insanın insana borcu”, sorumluluğu mudur esas ve öncelikli olan, yoksa “insanın tanrıya karşı burcu”, yani ibadetle ifade edilen görevleri mi?

Başka deyişle, ahlakın itici faktörü, Tanrı ve öbür dünya korkusu mudur, yoksa insani vidan mıdır. Veya dinin döne döne emrettiği kendine, vicdanına hesap verebilme ya da kendi ile barışık olma, söz ve eylemlerinde tutarlı olma mıdır?

Soruyu şöyle de sorabiliriz: İnsanın Tanrıya karşı sorumluluğu ya da borcu; öncelikle tanrının yarattığı, Tanrının tezahür edip görünüşe çıktığı, vücut bulduğu, başta insan olmak üzere bütün canlılara ve evrendeki varlıklara karşı sorumluluğunu yerine getirmek değil midir? Bu durumda, doğa ve toplum yasalarına ve onların getirdiği zorunluluklara, bu zorunlulukların bir sonucu olan farklı çağlardaki farklı yaşam biçimlerine ve kurallarına uymak, ahlaklı olmanın en temelindeki vazgeçilmez koşulu oluşturmaz mı?

İslam'ın özünün ahlak ve vicdan olduğunu bütün İslam düşünürleri belirtir ve ahlaklı olmanın ölçütünün, denek taşının özellikle vicdan olduğu da sık sık vurgulanır. Hz. Muhammed'in, kendisine sorulan bir soru üzerine Allah'ın içimizde, yani vicdanımızda olduğu yanıtını hatırlarız. Bir günlük adalet altmış yıllık ibadete bedeldir dediğini de biliriz.

Demek ki en başta, insanın insana, insanın topluma karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi, hak ve adaletin gerçek anlamda uygulanması ahlaklı olmanın temel koşuludur.

Ahlakın özüne ilişkin bu tanımlamalardan başka hangi sonucu çıkarabiliriz? Namaz kılmak, oruç tutmak, kurban kesmek, hacca gitmek ve zekat vermek gibi “İslam'ın şartları” olarak belirtilen, kişinin, toplumsal sorumluluklarından çok (sadece zekat vermekte toplumsal sorumluluk var), kendi bireysel vicdanı ile Tanrı arasındaki ilişkiyi, inançlarını korumayı, güçlendirmeyi ifade eden ibadet biçimlerinin temel ölçüt olmadığı sonucunu çıkarabiliriz buradan.

Bunlar, -hatta zekat da dahil- insanın iç dünyasını, samimi, gönülden inanmışlığını, dürüst olup olmadığını insanlara doğrudan yansıtmadığı, saydam olmadıkları, görünüşü kurtarıp özü yansıtmadıkları için temel bir ölçüt olamıyor.

Çünkü, çoğunlukla bütün bunları görünüşte yapan, ama her gün binlercesine tanık olduğumuz, içi fesatlık, sahtelik, ikiyüzlülük, yalan-dolanla kaynayan, içi şeytan dışı sözde “Müslüman” insanlarla karşılaşıyoruz.

Yaşar Nuri Öztürk'ün şu sözleri, dindarlığı belli ibadetleri, ritüelleri yerine getirmekle sınırlayan “İslamcı” anlayışa verilen etkili bir yanıttır: “Vahiy verilerinde İslam'ın şartları diye bir deyime rastlanmaz. Bu demektir ki, vahyin kabulüne göre, İslam'ın şartları Kuran'daki buyrukların tamamıdır. Namaz kılmak, oruç tutmak İslam'ın şartıdır da yalan söylememek, çalışmak, yetim hakkı yememek, kamunun haklarına tecavüzde bulunmamak, cana kıymamak, zina etmemek, gıybetten uzak durmak... İslam'ın şartları değil midir? Elbette bunların tümü İslam'ın şartlarıdır.” (*)

Bildiğimiz o beş şart ise, “İslam'ın işaretleri”dir, sadece kişinin “Müslüman bir kimliğe sahip olduğunu gösterir; gerçek anlamda Müslüman olup olmadığını değil.

Bütün bu ibadet biçimlerinin, İslamın derin felsefi özünü, akılcı ve etik anlamını bilmeyen, öğrenme arzusu ve olanağı da olmayan inanan ama cahil büyük kitle için kuşkusuz bir önemi, bir değeri var. O da, kişinin kendi içine dönerek yapıp ettikleriyle, suçları, hataları ve sevaplarıyla yüzleşmesi, bir iç muhasebe yapması ve mümkünse arınması için, fazla derin olmasa da, bir imkan, bir araç olmalarıdır. Geçmişte olduğu gibi bugün de çağdaş bilimin ve her türlü bilgiye ulaşmanın olanaklarıyla İslamın ahlaki özüne, doğuş ilkeleri ve tarihsel hakikatlerine ulaşmış veya bu olanağa sahip bir insan için bu ibadet biçimlerini uygulamakla yetinmek, artık belirleyici bir ölçüt olmadığı gibi yanıltıcı da olabiliyor.

Çağdaş ve gerçekçi bir ahlak tanımını Mustafa Kemal Atatürk'te bulmaktayız. Onun toplumsal, kültürel ve ahlaki sorunlara ilişkin düşüncelerinin yer aldığı “Yurttaşlık Bilgisi” kitabında çağdaş ahlakın temelinin, ne Batı kültürünün bireyciliğinde ne de dini inançta olduğunu, o temelinin vatan ve millet sevgisinde olduğunu vurgular. Burada eksik gibi görülen bir boyut var.

O da, evrensel insanın vazgeçilmez doğal hak ve sorumluluklarıdır. Evrensel bir din olarak İslam'ın, evrensel ilkeler getirdiğine göre bu konuda söyledikleri önemlidir.

Bilim, insanın doğal var oluş haklarına ve emeğe dayanan evrensel ahlaki ilkeler, Atatürk'ün tanımında içerilmektedir aslında. Çünkü evrenselliğin en üst ve temel öznesi olan ulusun tanımında, onun bağımsız ve özgür bireyi yurttaşında “vatan ve millet sevgisi” olarak evrensel ahlak içeriliyor.

Her ulusun kendine özgü yapısı, biçimi ve geleneksel ahlaki değerlerinde içerilen evrensel ahlak, modern çağın şafağında Fransız Devrimi ile tüm insanlığa ilan edildi. Ve en son 20. yüzyılın iki büyük dünya savaşından sonra 1948'de “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” olarak bütün uluslar tarafından imzalanıp açıklandı.

Demek ki, aklakın temelini, evrensel bilim, akıl ve insanlığın 21. yüzyılda ulaştığı özgürlük, eşitlik ve çağdaş kazanımlar düzeyi oluşturmaktadır. Değilse, sahte, takiyyeci dindarlığın topluma dayatmak istediği biçimsel kuralların ahlakla bir ilgisi yoktur.

Üstelik İslam'ı siyasal amaçları için kullanan sahte ahlakçılık iktidardadır; ve ister İslami ister Çağdaş olsun gerçek ahlaki ilke ve değerlere büyük zararlar vermekte, onu kirletmektedir. Dini ikiyüzlü, kirli siyasal, ekonomik çıkarlar için kullanmak, kaçınılmaz olarak dinin ahlaki ve insani özünden kopmaktır; sahte bir dindarlık yaratmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Şu veciz söz tam da bu gerçek için söylenmiş olsa gerek: Şeytan insanları ayartmak ve aldatmak için en kutsal değerleri maske edinir.

***

Bu bağlamda, AKP görevlisi valilerin konser yasaklamalarının arkasında ikili bir sahte gerekçeler paketi yer alıyor.

Birincisi, hiç öyle bir durum olmadığı halde, konser ve izleyicilerinin genellikle AKP siyasetlerine ve kültürel anlayışına karşı olmaları nedeniyle yasaklanmalarına çok bilinen bir yasal kılıf bulma çabasıdır. İkincisi, “ahlaka aykırılık” olarak ifade edilen gerekçedeki “ahlak”ın sahte bir dinsel içeriğe sahip olmasıdır.

Bu mantıkla, aynı şekilde her türlü vurgunculuk, hırsızlık, rüşvet, sahtecilik ve yalana karşı eleştiriler, sözde İslam'a dayanan sahte bir ahlakçılıkla bastırılmaya, ceza, hapis tehdidiyle sindirilmeye çalışılmakta

Sözde İslam'a dayanan, bilimi ve çağdaş değerleri karşısına alan sahte ahlakçılığın, İslam'ın özündeki, ruhundaki insani ve ahlaki niteliği de kirletip zehirlediği açıktır. Şeytanın büyük din adamı kılığına girdiği, riyakar, ikiyüzlü ahlakçılığın sergilendiği en son olay, İsmail Ağa Cemaatine bağlı Hiranur Vakfı'nın Başkanı Yusuf Ziya Gümüşel'in marifetleridir. Kızını 6 yaşında 29 yaşındaki müridiyle evlendirmesi ve 7 yaşından itibaren tecavüze uğramasına izin vermesi, sahte ahlakçılığın en çarpıcı örneğidir. Bu, insanlığın, insan vicdanının iflas ettiği, zehirlendiği en dip noktadır.

Tarikatlarda yaşanan ve kadını cariye, köle olarak gören bu Vahabi ahlakçılığın sunucu, daha çocuk yaşta tecavüze uğrayan korumasız, çaresiz, sesini çıkaramayan ve henüz başlarına gelenleri bilemediğimiz binlerce genç kızımız var.

Dışı “dindar” içi şeytan, vicdansız ve ahlaksız aynı anlayış, türbansız, açık giyimli, kadın erkek arkadaşlığını ve karma eğitimi savunanları fahişe ve dinsiz, kafir olarak yaftalayabiliyor.

Bu karanlık kültür, valiler eliyle -çünkü bütün bu konser yasaklamaları tarikatların ve yobazların baskısıyla oldu- çağdaş yaşam tarzını ve onun sanatını, müziğini ve insanca var olmanın temel bir ögesi olan dinleyenlerin eğlenme hakkını “ahlaka aykırı” deyip yasaklamaya kalkıyor.

Oysa, dış görünüşün, giyimin-kuşamın, dışarıya karşı durumu kurtarmacı söylem ve davranışların, genellikle yapay, yanıltıcı, hatta sahte olabileceğini düşündüğümüzde, o yasaklamayı, suçlamayı yapanların daha tutarsız, ikiyüzlü ve ahlaka aykırı olduklarını söylemek gerekmiyor mu?

***

Toparlarsak, ahlak, bireyin toplumsal yaşamda kendine-ailesine, topluma, kamuya / devlete karşı davranışlarının toplamıdır. Bizim tarihimizde ve kültürümüzde ahlakın davranış, yani eylem anlamına geldiğinin en çarpıcı ve yetkin kanıtı Kaşgarlı Mahmut'un Kutat-gu Bilig yapıtıdır. Orada ahlakın karşılığı “kılınç” olarak geçer. Bilindiği gibi Türkçede “kılınç”, kıl-mak, yapmak, eylemek, edim, davranış anlamına gelmektedir.

O nedenle, “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” özdeyişi, bizim kültürümüzde ahlakın en özlü, en etkili tanımıdır. Kuşkusuz bu davranışların oluşmasında törenin, bilimin, dinin ve özellikle de içinde yaşanılan çağın zorunluluklarına, yani insanın temel hak ve sorumluluklarını içeren evrensel yasalara, değerlere uyma gereğinin tayin edici olduğu açıktır.

Sonuç olarak, tarikatlarca sahteleşmiş, çarpıtılmış “İslami kurallar” mıdır ahlaki olan, yoksa özü bütün dinlerin kuruluş ilkelerinde var olan ve bugün bilimde ve çağdaş insani değerlerde yer alan yaşam ve davranış ilkeleri mi? Bu perspektifle baktığımızda, çağın gerçekleriyle, yani insanın özgürlük, eşitlik ve toplumsal-ruhsal gelişme ve yetkinleşme ideallerine karşı çıkan bütün kural ve davranış biçimleri özünde ahlaka aykırıdır. Çünkü hiç bir ahlaki kural, insanın daha gelişmiş, daha bilgili ve bilinçli, daha özgür, kendisiyle daha bütünleşmiş bir varlık olmasına karşı olamaz.

Dolayısıyla tarikatların kulu ve müridi olmak, yurttaşlık görevlerinden kaçmak, yurttaşlar arasında ayrım yapmak gerçekte ahlaka aykırı olduğu gibi, onları korumak da ahlaka aykırıdır. Çünkü ahlak, vicdanla, yürekle aklı birleştirmekten geçer. Bu da emeğe dayalı çağdaş insani duyarlılığı ve ancak bilimle ulaşılabilen gerçeğe, hakikate bağlılığı gerektirir.

Mehmet Ulusoy
Gerçekedebiyat.com

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?