
Martıların denizle olan ilişkileri, onları tanıdığım günden beri ilgimi çekiyordu.
Sözgelimi suyun üzerindeki oyunları, balık sürülerine ok gibi fırlamaları, korkuları ve acıları ve en önemlisi denize karşı gösterdikleri sevgilerine tanıklık etmek istiyordum ve yaklaşık üç hafta önce, soğuk bir Kasım günü, Marmara’nın güney ucunda bulunan Gelibolu iskelesinde, balıkçı barınaklarının yoğun şekilde kümelendiği alanda, onları ve denizi izlemeye koyuldum.
Gökyüzü açık ve aydınlıktı ama rüzgâr şiddetliydi. Deniz, eşlik eden soğuk rüzgârla birlikte öfke ve hırçınlık içinde uğulduyordu. Dalgalar yükseliyor, alçalıyor, trompet sesi gibi gürlüyor, sonra çözülüyor, sonra muazzam bir güçle kıyıyı dövüyorlardı… Hayranlık veren bir görüntüydü ve sanırım bizi denize hayran bırakan onun gücü, büyüklüğü, devasa boyutlarıydı.
Eğer bizden küçük ya da güçsüz olsaydı, muhtemelen onu küçümserdik ve hayranlığımızı da kazanmazdı… İnsan, doğası gereği her çağda, her yerde güce hayrandır, çünkü güç tarafından kavranılan yaşam ölümsüzlük hissi verir.
Denize bakarken de aynı şeyi yaşarız… Yaşam sonsuzmuş gibi gelir yerleşir gözlerimize…
Denizin gücüyle birleşen düş gücümüz derinlik kazanır, büyür, umut ve yenilenmeyle yeni güne doğru yol alır…
BİR GRUP MARTI
Kıyıda kümelenmiş bir grup martı vardı… Kimi zaman kısa mesafelerle öteye beriye dolaşıyorlar, kimi zaman da birbirlerine sokulup rüzgârdan korunmaya çalışıyorlardı…
Tam bu anda gruptan bir martı havalandı, çığlıklar içinde yükseldi -hatta başımın üzerinde birkaç tur attı- ve denize doğru uçtu. Son derece zarif görünüyordu… Gümüş ışıltılı, sivri uzun kanatları ve peş peşe yükselen gıcırtılı sesiyle bir şeyleri haber veriyordu arkadaşlarına.
Bu kıyıdan yaklaşık beş yüz metre uzaktan gelen bir balıkçı teknesinin yaklaşmakta olduğu müjdesiydi ve aynı anda onlarca martı birer birer tekneye doğru havalandı… Tam yirmi sekiz tane sayıyorum… Yaşlı, genç, her yaşta yirmi sekiz kuş teknenin etrafında dolanmaya başladı.
Balıkları kapmak için fırsat ve uygun an kollayarak dönüp dolandılar…
Tekneyi öylesine sardılar ki düzenli bir askeri birliğin düşmanını dört yandan çevirmesi gibi çember oluşturdular.
Ama gelin görün ki balıkçı da yaman biriydi, avladığı balıkları kaptıramayacak kadar yetenekliydi. Her yolu deniyor, bütün gücüyle karşı koyuyordu.
Gümüş ışıltılı martı nedense ötekilerden birkaç boy uzakta duruyordu. Sağa sola kanat çırpıyor, alçalıyor, yükseliyor ama mesafeyi her koşulda koruyordu…
Öylesine görkemli görünüyordu ki ötekilerini etkilemek için sert kanat vuruşları, caka satışı, hedefe dik dalma gösterisi, yolunu kesene kafa tutması, hepsiyle aynı anda kapışma cesareti ve bu özelliklerinden övünç duyması, onun şimdilik grubun lideri olduğunu düşünmeme neden oldu.
O gerçek bir liderdi… Gücünün doruğundaydı… Bu da ona fiziksel ve psikolojik olarak üstünlük sağlıyordu.
AÇGÖZLÜ BALIKÇI ve MARTI
Balıkçı ve martılar arasındaki güç savaşı bir süre, saldırı ve savunma üzerinden devam etti. Martılar saldırıyor, balıkçı ise savunuyordu… Sonra bu didişme martıların yenilgisiyle son buldu. Balıkçı ile baş edemeyeceklerini anladılar ve kıyıya döndüler. Her zamanki gibi çerden çöpten, tekne diplerinde, büfe ve restoran önlerinde, güvertelerde yiyecek aramaya başladılar. Solucan, böcek, yumuşakçalar, atıklar, çürümüş balık cesetlerinden ne buldularsa beslenmeye koyuldular…
İnsan her yerde olduğu gibi burada da tatsız, kirli bir hayat bırakmıştı ve martılar da şu anda bu kirli ortamdan besleniyorlardı.
Denizler kirli, kıyılar kirli, insan açgözlü ve balıkçının dediğine göre, “Balık rezervleri her yıl giderek azalıyor, büyük balıkları avlamak zorlaşıyor, küçükler de daha küçülüyor.”
Ve sonra şimdiye kadar duyduğum en çarpıcı sözlerden biriyle şöyle devam etti: “Açgözlülük zirve yapınca, doğa cömert olmaktan çıktı.”
YAŞLI KADIN ve MARTI
İkindiye doğru rüzgârın hızında hafif bir düşüş oldu. Dalgalar da bir saat öncesine göre kıyıyı, etkili ama daha yavaş dövüyorlardı.
Çok geçmeden gümüş ışıltılı martı tekrar gözüktü. Yalnızdı… Bir başına dolanıp durdu teknelerin etrafında.
Döndü, dolandı, durdu, tekrar dolandı, tekrar döndü ve sonra birden yan tarafta, üzerinde Gelibolu Belediyesi yazan banklardan birine oturmuş simit atıştıran, gayet şık giysiler içinde, temiz yüzlü, beyaz tenli, bir zamanlar çekici güzelliğe sahip olduğu anlaşılan yaşlı kadının yanı başına kondu.
Karşılıklı bakıştılar… Uzun uzun bakıştılar… Yaşlı kadın ona bir parça simit sundu. Bu anda kadının ve gümüş martının birbirlerine gösterdikleri sevgi görülmeye değerdi. Göz göze gelmişlerdi ve sevginin sessiz diliyle konuşuyorlardı. Ne konuştukları, nasıl anlaştıkları belli değildi ama içten, sıcak, samimi ifadeler yayıldı her birinin yüzüne. Ortada bir sevgi vardı ve buna neden olan karşılıklı iyilikti.
Ne var ki bu olağanüstü, muhteşem sahne biraz sonra yerini ayrılığa bıraktı. Gümüş martı birden havalandı ve muhtemelen yiyecek verebilecek başka bir ‘dost’ bulmak üzere gözden kayboldu.
‘Başka bir dost bulma…’ cümlesini altını çizerek kullanıyorum, çünkü insan doğal yaşamın sınırlarını bozdu. Burada, orada, bulunduğu her yerde, her köşe başında, tatsız, pis kokulu, rutubet saçan çukurlar oluşturdular. Martılar ve ötekiler de buralara üşüşüyorlar ve zehir soluyorlar.
Daha önemlisi doğal beslenme alışkanlıklarını bırakarak, insan eliyle oluşturulmuş çöplerden beslenmeye başladılar. Çünkü bu iş kolay ve zahmetsiz. Birkaç kırıntıyla yetinmek daha cazip…
ESKİ MARTILAR YOK
Bugünlerde bir zamanların denizleri aşan, fırtınaları yaran üstün martıları yok artık. Cesaret yok… Doğrudan doğruya hedefe yönelen teknikler yok… Şimdi yeme ulaşmak için dolaylı yollarla zaman harcıyorlar ve çatışmak yerine bir yığın uyduruk kural, ilke, rütbe, şirin gözükme, maskaralık, sahibini eğlendirme vs. ile yaşamı bitiriyorlar. İtiraz bile etmiyorlar. Gerekli olmasına rağmen yaşam alanlarını; kayalıkları, uçurumları, kovukları terk ederek, çatılara, pencerelere, bacalara tünemeye, bir parça peynir, küflü bir parça ekmek kırıntısı aşırmaya can atıyorlar.
İnsana yakın olmak için sıra dışı alışkanlıklar geliştiriyorlar ve bu durum endişe verici.
Besin elde etmeyi insanın insafına bırakmak ya da atıklarla tamamlamak yaşamı pamuk ipliğine bağlamaktan başka işe yaramaz.
Haydar Uzunyayla
Gerçekedebiyat.com