
Eleştiri dendiğinde sanırım ilk akla gelen alanların başında politika, hep onunla iç içe olan medya ve kültür, sanat, edebiyat sayılabilir. Ancak, eleştiri insanın yapısından (herkesin ben merkezli ve diğerine göre öteki olmasından) kaynaklanıp topluma yansıyan, bu bağlamda yaşamın her alanında var olagelen bir tepki ve/ya edimdir. Bu çerçevede evrenseldir ve tüm toplumları ve insanları kapsar. Çerçevenin içine girince ayrışma başlar, kişiler, topluluklar, toplumlar arasında eleştiri ayrı içeriklere, biçim ve biçemlere bürünür. Bu nedenle “eleştiri kültürü” olarak değerlendirmek daha doğru olur, kanısındayım. Toplumun genel kültürü ve elit bir parçası olan eleştiri kültürü, tüm üstyapı kurumları gibi toplumun tarihsel, ekonomik, sosyal, yapısınca belirlenir ama toplumu ve başka toplumlarla ilişkilerini etkiler.
Eleştiri üzerine daha önce edebiyatla sınırlı olarak yazmıştım. Deliler Teknesi’nin Eylül-Ekim 2013 tarihli 41. Sayısında, son yılların önemli edebiyat eleştirmenlerinden Semih Gümüş’ü dosya konusu yapmıştık. Gümüş’ün Yazarın Yalnızlık Burcu kitabından yola çıkarak başlığını “Yalnızlık Burcunda Eleştirmen” koymuştum. Kitaptan yaptığım ilk alıntı “…eleştiriyle uğraşmaya gönül indirmiyor kimse,” idi. Kanımca bu, “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözüne açılan bir yakınma.
Yaptığım bir diğer alıntı da Yazının Sarkacı Roman kitabından ve şöyle: “Sanırım yaratma eylemleri içinde en pahalı zaman, eleştiriye harcanan zamandır.” Yazımı şöyle sürdürmüşüm: “Buna, ülkemizde eleştiri ve eleştirmene geleneksel -olumsuz- bakışı da eklersek eleştiriden kaçışı anlamak kolaylaşır. Peki, bu kadar mı, başka nedenler, başka etmenler yok mu bu durumu pekiştiren, eleştirmeni isyan ettirip, edebiyat yerine eleştiriye dönük şaşı bakışları eleştirmeye yönelten?
Eleştiri sözcüğü yeni olmakla birlikte içeriği ve karşıtı bir tür Osmanlı kalıtı olarak başta siyaset olmak üzere tenkit (yergi anlamında) ve methiye (övgü) sözcükleriyle kullanılıyordu. Eleştirmene münekkit deniyordu.”
Bunu belirttikten sonra yazıyı şöyle sürdürmüştüm: Demek istediğim eleştirinin atası tenkit, tek renkten, siyahtan oluşuyordu. (…) bu haliyle “karalama” karşılığıydı neredeyse. Ama ne yazık ki toplumun algısıyla da örtüşüyordu. Özgüvenden yoksun, alıngan ve yüzleşmeye tahammülsüz bir toplumda, söylenenin ya siyah ya beyaz ya yergi hatta sövgü ya da övgü olarak değerlendirilmesi, “benden yana mısın, domuzdan yana mı?” ölçütü bunun açık göstergeleri. Başta siyasetçiler olmak üzere topluma yön verenlerin de bu algıdan hem yararlanan hem de onu pekiştiren söylemleri göz önüne alınırsa günümüzdeki eleştirinin nasıl bir tohumun filizi olduğu daha kolay anlaşılabilir.
Bu saptama ışığında diyebilirim ki, ülkemizde yazar, şair sayısının ve yarattıklarının sayısının günümüzdekinden epeyce az olduğu 1980 öncesi dönemde kültür-sanat-edebiyat alanındaki eleştiri de siyaset alanındaki de sonraki yıllara göre daha ciddi ve düzeyli idi ama aralarında bazı benzerlikler olsa da başta dil ve üslup olmak üzere birbirinden çok farklıydı. O dönemin eleştirmenlerinin görünür bir ağırlığı, saygınlığı ve etkisi vardı, bu nedenle adları da izleri de silinmedi. Yazar, şair ve sanatçıların hem aynası hem kılavuzu, aynı zamanda korkulu rüyası idiler. Popüler bir örnekle, kendi alanlarında “eli düdüklü, sarı ve kırmızı kartlı futbol hakemleri” gibiydiler. Eleştirilseler bile kararları geçerli ve etkiliydi. Bu etkileri her dönem kanon oluşturacak veya belirleyecek güçteydi. Edebiyatta usta çırak etkileşimi, ustadan eleştiri de el de alma vardı. Rus edebiyatının muhteşem yüzyılından kalan “hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık sözü bunun bir ifadesi. Boris Pasternak’ın Nobel ödülü aldığı Dr. Jivago romanı, ABD’de yayımlanmadan önce gönderildiği çağdaşı Rus asıllı Amerikalı yazar Nabokov tarafından yerden yere vurulmuş ama kıyamet de kopmamış roman ve yazarı da değerinden bir şey yitirmemişti; Nabokov da bu nedenle suçlanmamıştı.
1950’ler öncesinde Türkiye’de yazmak, yazar olmak ise uğruna büyük özverilerde bulunulan bir tutku hatta bir tür “hastalık” gibiydi. Nazım Hikmet’i bir yana koyalım, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi o dönem yazarlarının en yüksek beklentisi bu uğraştan geçim sağlayabilmekti; o da yeteneğini, emeğini ve zamanını yine yazın uğraşına kullanmak içindi. Elbette bir varoluş yolu idi ama çoğu için ünlü olmak, zenginleşmek, sınıf atlamak gibi bir amaç yoktu veya son sıralardaydı; bir sonuç olarak kendiliğinden gerçekleşirse…
İnsan elinin değmesi nasıl doğanın saflığını bozduysa, devlet elinin değmesi de edebiyatın doğal gelişimini etkiledi, bu alanda “liberalizm çıktı mertlik bozuldu”. 1950’de iktidar olan DP, yandaş, besleme basın gibi besleme yazar, şairler türetti, küçük kesintilerle iktidarı sürdüren türevleri, el yükselterek bunu sürdürdü ve günümüze öyle gelindi. Sanat, edebiyat ürünleri ticari metaya dönüştürüldü, kapitalistlerin malı durumuna getirildi. Öyle olunca “malı” kötüleme olasılığı nedeniyle eleştirmenler dışlanmaya yerine aynı sıfatla, övücü edebiyat “gurmeleri” ve “guruları” kullanılmaya başlandı. Buna paralel ilginç bir gelişme de şu: yetkin eleştirmen yokluğundan veya azlığından yakınılırmış gibi yapıldı, eleştirmenler adeta, edebiyatta nitel düşüş ve gerilemenin günah keçisi ilan edildi, olumsuz gelişmelerin sorumluluğu sırtlarına yıkılmaya çalışıldı. Veya eleştiri yetersizliği, kendi yarattıkları “satış endeksli piyasa edebiyatının” bahanesi yapıldı. Oysa edebiyatta her yazan, başka alanlarda herkes her konuda “eleştirmen” kesilmişti. Yazanlar birbirlerini ve eleştirmenleri kıyasıya eleştirir oldu. Tanıtım ve övgü dışındaki nesnel edebiyat eleştirisine ve yazarlarına sırt dönüldü. Eleştiri ayağa düştü, çakma eleştirmenler arası sokak ağzıyla mahalle kavgasına dönüştü çoğu zaman. Yazarlar, şairler birbirini okumaz, beğenmez, dinlemez ve anlamaz oldu. Küçük öbek üyelerinin karşılıklı övgülerle birbirlerini ağırlaması dışında…
Yazımın edebiyata ilişkin bu bölümünü, edebiyattan tümden kopmadan, eski yetkin eleştirmenlerden el almış bir eleştirmen-yazarın, Feridun Andaç’ın 9 Haziran 2022 tarihli Cumhuriyet Kitap’taki yazısı gibi bitiriyorum: “Eleştiri aydınlatıcıdır, unutmayalım. Eleştirisiz edebiyat gelişemez Öykünün, romanın nicel gelişmesi bizi çok da sevindirmemeli. Niteliği ortaya çıkaracak eleştiriye, eleştirmene gereksinmesi vardır yazınsal türlerin.”
Tüm alanları kapsayan, toplum içi genel eleştiri kültürü de edebiyat-kültür-sanat alanındakinden pek de farklı değildir, doğal olarak çoğu yerde beterdir ve her alanın yapısına göre değişen, daha düşük düzeyli hatta sosyal, siyasal alanlarda düzeysizdir, zaman zaman çukurdur bile! Aydın denen elitin düzey yitirip alçaldığı yerde diğer kesimlerde düzeyin yerlerde sürünmesi kaçınılmazdır. Öte yandan, eleştiri kültürü, biçimi, düzeyi; eleştiriye açık olma ve katlanma anlayışı toplumun gelişmişliğinin veya geri kalmışlığını da bir göstergesi.

Kanımca insanın ilk aynaları, herkesin kendi “iç aynası” ile dış ayna olarak ilişkide olduğu tüm insanlardır. Daha sonra, tiyatro (ki burada kullanılan maskeler, her birinin “en az iki yüzü olan insanları ve “bin bir suratlarını” yansıtmak içindir) kitaplar, sinema, TV ve internet eklendi toplumun ve bireyin aynalarına. Bilişim çağının sürdüğü günümüzde ise kitapların yerini büyük çapta TV, internet ve “sosyal medya” aldı ama çok parçalı bir kırık ayna gibi. Artık bireyler çoğunlukla kendilerini değil, başkalarını bu aynalar ve parçacıklarından görüyor, parçalı görüntüler veya görüntü parçalarıyla, çağa uygun olarak hızla değerlendirme yapıyor, parçaları birleştirme yeteneği yetersizse resmi bütünleyemiyor, eksik izlenimlerle kesin görüş oluşturabiliyor, tanı koyabiliyor ve vardığı kanıya inanıyor veya kanıyor. Başkalarının şöyle bir görünüp hızla değişen görüntü parçacıklarını izlemekten, bu kırık aynada kendilerini görüp yüzleşemeyenler, başkalarınca benzer biçimde izlendiklerini ve öyle tanınıp tanımlandıklarını kavrayamıyor. Bu nedenle, birinin yaptığı, düşünüp kendileriyle yüzleşmelerini gerektiren doğru, eksik veya yanlış eleştiriye alınabiliyor, öfkelenebiliyor; ters, kırıcı veya aşağılayıcı yanıtlar verip benze karşılık alabiliyor. İletişim, eleştiri ve tartışmalar amacından saparak kaba bir sağırlar diyaloğuna dönüşebiliyor. Bu girdabın içinde kişiler yalnızlık ve ilgisizlik duyuyor, bundan yakınıyor, gidereceğini sanarak yakın buldukları grupçuklara sığınıyor. Birbirlerini yeterince ve doğru tanımama nedeniyle gruplar içinde de beklediklerini bulamıyor, konular değiştikçe görüş ayrılıkları, tartışma, çatışma hatta kavgalar başlayabiliyor. Bu gelişmelerin ortak ve ana nedeni, herkesin her konuda “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olması”, kimsenin kendinin ve/ya “yoldaşlarının” (kafadarlarının) kusur ve yanlışlarının görmemesi, herkesin eksiği, yanlışı başkalarında ötekinde araması ve “olsa da olmasa da” bulması, -akılla değil duyguyla- yargılamaya ve mahkûm etmeye kalkışmasıdır. Bu anlayışın hem nedeni hem de kaçınılmaz sonucu, yerli yersiz eleştiri bolluğuna karşın özeleştirinin yoka yakın azlığıdır. Bir diğer sonucu da eleştirilerin hem düzey, dil, üslup ve/ya söylem olarak aşağılamaya yakın durması hem de -öyle olmasa bile- aşağılama olarak algılanmasıdır. Özgüven eksikliği ve alınganlık -ki bunlar yetersizlik ürünüdür- buna ortam açmaktadır. Bunların da kırılması güç bir kısır döngü doğurması kaçınılmazdır.
“Kayıkçı kavgası” denebilecek bu durumu öteden beri siyasi alanda, ana akımların partileri ve sözcüleri arasında göre yaşaya toplum kanıksamıştı. Günümüzde ise bunu en çok, devrimci, sosyalist sol gelenekten gelen savrulmuş öbekçikler arasında gözlemek olası. İster kültür, sanat, edebiyat ister siyaset alanlarında her biri “deneyimli, birikimli, uzman” birer “klavye devrimcisi” kesilmiş binlerce “ihtiyar delikanlı” toplumsal olay ve gelişmeleri ekranlarından izlemekte, sosyal medyada çözümleyip kesin sonuçlar ortaya koymakta ve paylaşarak toplumu “bilinçlendirmekte” ve “yönlendirmekte” hatta bugününü ve geleceğini “dizayn etmektedirler” sanal dünyalarında. Oysa paylaşımlarını izleyenlerin ve yorumlayanların büyük çoğunluğu paylaşanla ve birbirleriyle pek benzeşen eski yol arkadaşlarıdır. İster “kendin pişir kendin ye” ister “kendin çal kendin oyna” deyin, bu “self service” paylaşımların ironik hatta trajikomik sonucu, görüş ve iş birliğine yaklaştırmak yerine görüş ayrılıklarını çeşitlendirip derinleştirmesi, ayrışmalara, düzeysiz tartışmalara ve sövgülü çatışmalara yol açmalarıdır. Paylaşım ve yorumlarda, çoğu unutulan, azı yalan yanlış anımsanıp yerli yersiz kullanılan, bu kesimin geleneğinden gelen sözcük ve kavramlar, medyadan virüs gibi yayılan popüler kültür dilinin ve/ya egemen ideolojinin sözcük ve kavramlarına yerini kaptırmış görünmektedir. Daha önce, “Etiketleme (yaftalama/damgalama) Terörü” ve “Mengene” başlıklı yazılarımda insanı ya siyah ya beyaza zorlayan, “yaşasın” ile “kahrolsun” arasına sıkıştıran bu sayrılı ve sapkın durumu eleştirmiştim.
“Diyalektik” sözcüğünü dilinden düşürmeyen ve “diyalektik olarak” diye söze başlandığında o sözün “diyalektik” olarak tanımlanan düşünme yöntemine uyuvereceğini sananlara dönük birkaç tümceyle konuyu sonuca bağlıyorum:
Her konuda olduğu gibi bunda da en can alıcı yanlardan biri konuya diyalektik yaklaşım, ele alış ve çözümlemedir. Bu bağlamda özeleştiri olmayan yerde eleştiriden söz etmek bile olası değildir; ikisi bir madalyonun iki yüzü, bir bütünün kopmaz parçalarıdır. Özeleştiri olmadan, empati olduğuna, karşıtın benimsenmezse de en azından anlaşıldığına inanmak güçtür. Buna “hem iğneyi hem de çuvaldızı başkasına batırmak” denir. Böyle bir durumda eleştiri diye yapılanın karşısındakini karalamak ve acıtmaktan, ona görüş dayatmaktan, baskı altına almaktan, sindirmek ve/ya yönlendirmekten öte bir anlamı olamaz. Ayrıca tartışmanın kendi konusunun özgün kavramları yerine sokak ağzı ve argo sözcüklerle yapılmasına, sağırlar diyaloğu ve/ya kayıkçı kavgasına dönüşmesine, tartışılandan çıkıp, amaç dışı başka konulara taşmasına, genel bir hesaplaşmaya ve kör dövüşüne dönüşmesine; taraflara, taraftarlara ve okuyan-dinleyen-izleyenlere ve topluma yarar yerine zarar vermesine neden olur.
Kişiler ve topluluklar arasında tartışmalarda bilgiye dayalı, (konusuna göre bilimsel), düzeyli eleştiri ve öz eleştiri kültürü, demokrasi kültürüne içkin bileşenlerdendir. Yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi, özeleştirinin pek bulunmadığı, olumsuz ve tek yanlı eleştirinin ise yaygın, içselleştirilmiş, kanıksanmış ve sıradanlaşmış olduğu toplumlarda demokrasinin sözde kaldığına, gelişemediğine, çağı yakalayamadığına; tersine otoriter/ diktatoryal eğilim ve uygulamalara kaydığına şaşmamak gerekir. Unutmamalı ki her tohum ancak kendine uygun toprak bulursa filizlenir, uygun iklimde kök salar serpilip büyür ve verirse yalnızca “kendi meyvesini” verebilir; bir ağaçtan başka tür bir ağacın meyvesini bekleyenler yanılır.
Ali Günay
(Deliler Teknesi Sayı: 94)
Gerçekedebiyat.com