
Oturma odasının bir köşesine eğreti kondurulmuş ders sırası boyutlarında bir çalışma masası… Ona bitişik çevresinde altı sandalye bulunan bir yemek masası… Devamında sıkıldığında kurulup müzik kanalını izlediği televizyon koltuğu…
Öte yandan, ters dubleks dairenin alt katında arşiv odası sayılabilecek, benzerlerinden farklı bir mekan… Eskimiş kâğıt kokusunun, sessizliğin yorgun ve bıkkın insanı sarsacak, dinlendirecek atmosferi.
Çalıştığı her yere beraberinde getirdiği olumlu havayı buraya da sindirmiş…
Karmakarışık dış görünüşte şaşırtıcı bir düzen... Öyle ki, kişi, bu düzenin ahengine ayak uyduramaz, karışıklık içinde kaybolur gider...
Odanın dört duvarındaki raflarda kitap, gazete ve dergilerin… Ve hatta zarfların çeşitli paketlerin donuk, sararmış rengi; kapının, döşemenin, masanın sandalyenin tahta gıcırtısı, insanı kucaklayıp öpen toz ve eskimiş kâğıt kokusu…
Ve bunların ortasında, bütün bu görünüşü tamamlayan alışılmadık giyimi ve kimi gün güler yüzüyle kimi gün asık suratıyla Hoca koleksiyonunu karıştırıyor…

Kolunun, güçlü olan sol tarafına abanmış, her hareketi yeni bir ses, yeni bir gıcırtı yaratıyor, kalkan her kâğıt pencereden giren güneş ışığının ortasına yeni toz zerrecikleri gönderiyor.
Dört duvarı kütüphanenin oluşturduğu kitapları arasında göze çarpan üç ciltten ilkini çekip alıyorum.
“Nedir bu Hocam?”
“Müzik Ansiklopedisi… Üç cilt”
Şöyle bir göz atıyorum… Her birisi yaklaşık 700 sayfa, toplamda 2065 sayfa eder.
“Hocam nasıl yazdınız bunca sayfayı, kaç yılınızı aldı?”
“Çok kolay… Bir yıl gibi kısa bir sürede tamamladım.”
“Anlamadım Hocam!”
“Kolay dedim ya…”
Hocayı ilk tanıdığım günlerdi… Birbirimize ısınmış, iyi bir dostluk oluşturmuştuk. Hemen her gün bir araya gelir, kâh Tavukçu’da kâh evinin yakınlarındaki Vadi’de kimi zaman da Oran Yolu üzerindeki kebapçıda üç-dört çeşitten oluşan mezelerimizin eşliğinde rakılarımızı yudumlardık.
Dostluğumuzun kaynaşmaya yüz tuttuğu bir gün yine o kâğıt kokulu odada bir edebiyat dergisinde yayımlanacak bir söyleşi yapmıştık:
“Hocam sizi tanıtacak olsam özgeçmişinizi nasıl özetlersiniz?”
“1935 yılında İstanbul’da doğdum. Babam, İstanbul Erkek Lisesi’nde matematik öğretmeni, annemse Vefa Lisesi’nde felsefe öğretmeniydi. O dönemin her aydın ailesinde olduğu gibi, bizim evde de piyano vardı. İlkokula giderken özel piyano dersleri almaya başladım. On yaşında İstanbul Belediye Konservatuarı’nın piyano bölümüne girdim. Ortaokulun üçüncü sınıfına geldiğimde, konservatuarı bıraktım. Çünkü hem okul hem de piyano öğrenimini, gün içinde birlikte sürdürecek zamanı bulamıyordum. Liseyi bitirdikten sonra, 1954’te öğrenim için Almanya’ya gittim.”

“Peki Almanya, 1950’li yıllarda nasıldı Hocam?”
”Hâlâ müttefiklerin işgali altındaydı. Halkın çoğunluğu yılgın ve yoksuldu. Bütün Almanya’da 300 Türk vardı o zamanlar. Hepimiz de öğrenciydik. Biz okula tramvayla gidip gelirken, Alman profesörler, dekanlar falan, ülkenin o rutubetli soğuğunda bisiklet kullanırdı.”
“Ne öğrenimi yaptınız orada?”
“Yedi sömestrlik bir gazetecilik okulunu bitirdim.”
“Ben müzikoloji öğrenimi yaptığınızı düşünmüştüm…”
“İşin o tarafı şöyle: Kurt Köhler adlı bir besteci, piyanist ve müzikoloğun evinde beş yıl pansiyoner olarak kaldım ben. Müzik konusunda onunla tartışabilmek için kitaplar alıp çalışıyordum. Bu tartışmalar müzikolojik açıdan bana yol gösterdi diyebilirim.”
“Türkiye’ye dönünce ne gibi çalışmalar yaptınız?”
“Bingöl’ün bir dağ köyünde üç yıl öğretmen olarak görev yaptım ve bu arada Almanya’dan getirdiğim pilli teyple halk müziği derlemelerine giriştim. Bir buçuk yıl da Erzincan’da halk eğitim uzmanı olarak çalıştım; yani az çok eğitimciyim. Sonra Ankara’ya yerleşerek arkadaşlarımla haftalık Türk Solu dergisini çıkardık. 12 Mart dönemini ise biraz hapislikle geçirdim. 1977-83 yılları arasında Türkiye Yazıları adlı edebiyat dergisini çıkardım.”
Ahmet Say sözünü ettiği dağ köyünde Güneşin Savrulduğu Yerden adını verdiği ilk yazılı eserini veriyor. Bu kitaptaki öykülerinde, doğal çevre olarak Bingöl’ü, insan öğesi olarak da Bingöllüyü işliyor. ‘İşlemeler’ i, anlatımındaki işçilik için kullanıyor. Geleneksel maden sanatındaki ‘kakma’ tekniğini andıran bu stil, şiir geleneğimizdeki incelikli ve renkli deyişlerin çağdaş edebiyatta zorlanmadan aktarılmasını örnekliyor. Böylece bu öykülerden, sertlikten kaçınan, şiir yüklü, canlı, akıcı ve sinema dilini çağrıştıran bir edebiyat çabasının tadını alıyoruz.
Bingöl’e bir yaz günü gitmiş…
“Parlak, saydam bir yaz günü. Güneş yakıp kavuruyordu. Çapakçur ya da Çölik denen eski kasabanın yukarısında, yayla gibi bir yerde kurulmuş olan yeni kentin çarşısında dolaşıyordum. Ceket kravatla terliyordum. Caddenin ilerlerine doğru yürüdüm. Binalar seyrelmişti. Karşıma birden Genç Dağları çıktı. Bu sıradağlar, kırk kilometre öteden heyula gibi dikilmişti. Böyle heybetli bir dağ ailesi hiç görmemiştim. Hepsi de beyazlar giymişti. Bir sürü Erciyeş omuz omuza vermiş, karşımda yükseliyordu. Hava kar kokuyordu.”
Almanya’dan getirdiği pilli teybi de yanında, omuzuna asmış…
“Gittiğim köylerde önce kaygı ve kuşku yaratıyordu. Uzaylı gibiydim. Işınladığım anda, karşımdakini “görünmez adam” yapıyor gibiydim. Zaten dağlar Zühre yıldızına oldukça yakındı. Çat pat Zaza’ca da öğrenmiştim. Dağlara ve yıldızlara uzun uzun bakılarak yakılan türkülerin peşindeydim. Sadece türkülerin… Bu anlaşılınca, köylülerin bakışlarındaki kaygı ve kuşku siliniyor, ben de ezgileri güzelce kaydediyordum.”

Sonrasında, yörenin kızgın güneşine dayanamayan ses bantları eriyip gitmiş. Bunca emek, bunca zaman, o güzelim ezgiler yok olup gitmiş…
Kaderin sillesi bir değil ki, Ankara’ya yerleştiğinde oğlunun annesi eczacıyla evleniyor. Kısa süre sonra ayrıldıklarında bu kez yaşamına çocuğunu yetiştirmek yükleniyor. Babası olmanın yanında anneliğini de üstleniyor. Fazıl Say’ın yetişmesine verdiği çaba kuşkusuz her türlü övgüyü hak ediyor.
Zorlu, acımasız yıllar…
Anlatırdı Hoca:
“…Uzatmayalım, sonra Mamak Askeri Cezaevinde bir miktar, yine bir miktar da Ankara’nın 'Kazıkiçi Bostanları' denen yerindeki Yıldırım Bölge Askeri Hapishanesi’nde yattım. Ardından, akıl almaz bir şekilde, hakkımda tutuklama kararı olmadığı halde, evden alıp Ulucanlar’daki Merkez Cezaevi’ne götürdüler beni. Bir tutam da orada istirahat buyurduktan sonra, bir gece yarısı tahliye edildim.”
Koca Kurt adını verdiği, “Gerçek bir yaşam öyküsüdür,” dediği ilk romanını hapislikten sonra kaleme alıyor Hoca… İlk romanı ilk ödülü getiriyor. Devamı gelecek…
Uzatmayalım… Ahmet Say, öyle bir iki sayfada anlatılacak bir kişilik değildir. En azından bana ayrılan sayfa sayısında… Onu anlatmaya sayfalar, ciltler yetmez. Anlatacak kişi nereden başlayıp nerede bitireceğini de kestiremez.

Düşünüyorum da, ya Fazıl Say’a yaptığı yatırımı kendisine yapsaydı! Melih Cevdet Anday’ın “Sözcükler” eseri aklıma geliyor. Bir yerinde şöyle der:
Maviyi anlarsın
Denizi anlarsın
Mavi denizi
Zor anlarsın
Sanki Ahmet Say’a seslenmiş… O katı kabuğunun altında dik durmaya çalışan adamı anlayamadık, anlayamayacağız. Belki de asla anlatamayacaklar.
Selim Esen
Gerçekedebiyat.com